1923 ruhuyla zamanın ruhunu yakalamak…
2023, belli ki, iz bırakacak bir yıl olacak. Zannederim nedenleri tek tek sıralamaya hiç gerek yok. Sadece Kahramanmaraş merkezli depremler bile tek başına yeterli.
Bakıyorum da, dünyada da epey sıkıntılı dönüyor şu sıralar. New York Üniversitesi’nden ‘kriz kahini’ lakaplı Profesör Nouriel Roubini, enflasyon ve resesyonun küresel ekonominin ayrılmaz ikilisi olacağını söylüyor. ‘Durgunluk içinde enflasyon’ uyarısı yapıyor. “Dünya ekonomisinin üçte birinin resesyona girmesini” bekleyen IMF Başkanı Kristalina Georgieva, “2023’ün zor bir yıl olacağı” kanaatinde. Uluslararası Finans Enstitüsü (IFF) “Küresel ekonomi için 2023 2009 krizinden sonraki en kötü yıl olacak” diyor. Kötümserlikte el artıran uzmanlar da az değil. Kimileri yaşanacakların “küresel finans krizinin ötesine geçeceği” kanaatinde, kimileri de “1929 buhranının en kötü dönemlerini bile aratacağı” görüşünde…
Rockefeller’in yönetim kurulu başkanı Ruchir Sharma’ya göre, “Dünya ekonomisi, on yıllardır görülmemiş bir döneme giriyor.” Dünya Ekonomik Forumu kurucusu Klaus Schwab göre ise, “Devam eden şoklar gelişirken, dünya bir yol kavşağında… Çok yönlü siyasi, ekonomik ve toplumsal güçler küresel ve ulusal düzeyde parçalanmayı artırıyor.”
Konjonktür lehimize görünmese de…
Doğrusu pek de haksız sayılmazlar. Dünya rahatsız. Ukrayna-Rusya savaşının nasıl gelişeceği belli değil. Çin ve ABD arasındaki Tayvan restleşmesi sürerken Güney Çin Denizi’nde sular ısınıyor. Son dönemde Hindistan ve Japonya, Çin’e karşı ekonomik, diplomatik ve güvenlik ilişkilerini güçlendiriyor. Jeopolitik açıdan önümüzdeki dönemi bir “yeni soğuk savaş” dönemi olarak gören analistlerin sayısı artıyor.
Çok işaretler belirdi ki, ABD ve Çin arasındaki hegemonya mücadelesi keskinleşecek. Financial Times’ın baş yazarı Martin Wolf, “ABD ile Çin arasındaki ilişkiler insanlığın 21. yüzyıldaki kaderini belirleyebilir” tespiti yaptığı makalesinin başlığını “ABD-Çin ilişkileri korkutucu bir döneme girdi” diye attı. ABD Amerikan ve Çin devletleri ülkelerinin teknoloji sektörlerine desteği arttırdı. Doğru bulsak da, bulmasak da, bugüne kadar hep hegemonyanın istikrar, hegemonya yokluğunun kaos getirdiği göz önüne alındığında, ABD’nın zayıflayan hegemonyasını restore etme çabaları dünyada türbülansı artıracaktır. Stockholm Uluslararası Barış Enstitüsü’nün yatırım fonlarının ilgisinin silah endüstrisinin en büyük 100 şirketine çevrildiğini açıklaması size de ilginç gelmiyor mu?
Amerikan Merkez Bankası Fed büyük ihtimalle mayıs ayında bir faiz artışına daha gidecek. Keza Avrupa Merkez Bankası da… Piyasalardaki çoğunluk görüşüne göre, Fed 25 baz puan, Avrupa Merkez Bankası ise 75 baz puan faiz artırımı yapıp sonra epey bir süre duracak. Duracak durmasına ancak küresel faiz oranları yüksek kalmaya devam edecek. Bu da bizim işimize gelmez. Hele ki, risk primimizin bu kadar yüksek olduğu bir ortamda.
Kısacası, uluslararası konjonktür pek yanımızda görünmüyor. Dünyada jeopolitik gerginlikler nedeniyle, emtia fiyatları başta oynaklıkların her an yaşanabileceği, faiz oranlarının arttığı, uluslararası borçlanmaya erişimin güçleştiği zorlu bir ortama üstelik yüksek cari açıkla giriyoruz.
Direncimiz yüksek ama…
Öte yandan, Türk şirketlerinin rekabet gücünü küçümsememek gerekiyor. Son veriler, finansmana erişim ve dövizdeki sıkıntılara karşın Türkiye’de üretimin gücünü koruduğunu gösteriyor. Sanayi ve ihracatta depremin açtığı yaraları sarmaya başladık.
Mart ayında Türkiye PMI verisi 50.9’a yükseldi. İSO’nun yayımladığı Satın Alma Yöneticileri Endeksi’nin üretim alt endeksi de net biçimde genişleme sinyali veriyor. MÜSİAD’ın ağırlıklı olarak Anadolu’daki KOBİ’lerden derlediği verilerle hazırlanan SAMEKS de, mart ayında güçlü bir toparlanma gösterdi.
Keza Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin mart ayı verileri de, maliyetlerin artmasına buna karşın kurların görece yatay seyretmesinin getirdiği fiyat belirlemede karşılaşılan zorluklara rağmen ihracatta yılın ilk üç ayında yeni rekorlara imza attığını gösteriyor. Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman henüz negatif ayrışıyor ancak şubat ayında yaşanan sert gerileme sonrasında, depremden etkilenen 11 kentimizde mart ayında ihracat 2022’nin yüzde 80’ine ulaştı.
Tabii ihracattaki toparlanmaya rağmen, kurdaki dengesizliğin beslediği ciddi bir dış ticaret açığı ile karşı karşıyayız. Bu gidişle, açık devam edecek de…
İhracatımız artıyor ancak ithalatımız da öyle… Dış ticaret açığı bu yılın mart ayında 8.6 milyar dolara yükseldi. İlk çeyrekte, yani Ocak-Mart döneminde ise 35 milyar dolara ulaştı. Bu bir rekor değilse de çok yüksek bir açık.
Kurların seviyesi ihracatı zorluyor
Tabii bunların nedenleri var. Öncelikli meselelerden biri kurların seviyesi… Artan maliyetlere karşın kurlar neredeyse yatay seyrediyor. Kurdaki düşük artış oranları, Türk ihracatçıların fiyatlarının yüksek kalmasına neden oluyor. Finansmana erişim sıkıntıları da Türkiye’nin ihracatını olumsuz etkiliyor. Hem kredi vadeleri iyice kısaldı hem de faizler yükseldi.
Bir de bu süreçte, Çin başta Asya-Pasifik ülkeleri tedarik zincirindeki sorunların azalması ve navlunun düşmesiyle birlikte piyasalardaki etkinliğini artırdı. Hem de agresif biçimde… Keza, özellikle doğal gaz fiyatları açısından bize göre avantaja sahip olan Cezayir ve Mısır gibi ülkeler ihracat pazarlarımızdan pay almaya başladı.
Bu tablo değişebilir tabii… ‘Durgunluk’ derinleşmeyebilir, hatta önde gelen pazarlarımız Avrupa ve Amerika’da bir ekonomik toparlanma gelebilir. Enerji ve emtia fiyatları da üretimi destekleyecek seviyelere çekilebilir.
Modelin sorgulanması önemli
Yakın dönemde ihracatımızı kuvvetlendirecek asıl mesele ise dış taleple birlikte uygulanan kur rejiminin değiştirilmesi olacaktır.
Aslına bakarsanız, görünen köy kılavuz istemiyor. Enflasyon kurun önünde seyrettiği müddetçe ithalat ucuz kalıyor. Bu durumda katma değer oranı yüksek sektörler yerli olmanın bedelini ödüyor. Bugünkü model sürdüğü sürece ödemeye de devam edecek. Artan ithalat teknoloji geliştirmeye de engel. Henüz o noktada değiliz belki ancak üretim kabiliyetlerimiz ve teknolojik ekonomik kapasitemizi gerekli hızda inşa edemiyoruz. Bugünkü uygulamalarla Türkiye’nin sermaye yoğun sektörlerde rekabet etmesi zorlaşıyor.
Aklın yolu bir. Başlangıçtaki amaçlarına ulaşamadığı görülen mevcut modelin sorgulanması hayırlı olur. Modelin gerçekten dış ticaret fazlası verecek biçimde iyileştirilmesi ihracatımızın, dolayısıyla Türkiye’nin lehine olacak, yeni yatırımların önünü açacaktır.
Bu işin konjonktür boyutu… Ama önemli. Konjonktür ekonominin kader kavşağı.
Zamanın ruhu değişiyor
İşin bir de paradigma boyutu var. Yani bir dönemin oyun kurallarını, zihni çatımızı belirleyen ortam. O da değişiyor. Şimdi zamanın ruhu ikiz dönüşüme işaret ediyor. Yeşil dönüşüm ve dijital dönüşüme… Var olan küresel değer zincirlerinin, yeni parametrelere dayalı olarak yeniden inşa edildiği bir süreç bu. Hiç şüphesiz, tedarik zincirlerinin de… Karbon ve su ayak izi ile atık, daha doğrusu artık yönetimine dayalı bir dizi yeni parametre şekilleniyor, üretim ve ticarette. Paris İklim Anlaşması gündemiyle, Atlantik’in iki yakasından başlayarak, yeni bir ticaret ve sanayi bölgesi oluşuyor. Bu değişim, demir-çelik işiyle de uğraşsak, kuruyemiş işiyle de bizi etkileyecek. Etkilemek ne kelime, işimizi gücümüzü belirleyecek.
Şimdi bize düşen hem küresel, hem de bölgesel dönüşümü iyice kavrayıp, ülkemizin, sektörümüzün, şirketimizin önümüzdeki en az 10 yıla damgasını vuracak bu süreçten güçlenerek çıkması için yol haritası belirlememiz gerekiyor.
1920’lerden 2020’lere…
1920’li yıllar nasıl bir alt üst oluş dönemiyse, açıkçası 2020’ler de öyle. Hatta bir çok bakımdan daha da derin bir alt üst süreciyle karşı karşıyayız.
1920’lerde bugünkü mesleklerin yüzde 70’i yoktu. 2020’ler ve sonrasında da öyle olacak. Geçen yıl kimya dalındaki Nobel ödülleri ‘enzim mühendisliği’ alanında çalışan üç bilim adamına verildi. Sizi bilmem ama ben daha öncesinde enzim mühendisliğini hiç duymamıştım. Kimyayı biliyoruz da, anlaşılan artık kimya eski kimya değil. Dün kimyasalları karıştırarak yaptıklarımızı bugün canlı organizmaların salgıladığı enzimler aracılığıyla yapacağız. Biyo endüstriyel dökümhaneler de aynı mesele için devreye girdiler bile. Biyo teknoloji sadece bizim bildiğimiz ilaç endüstrisini değil, tüm üretim süreçlerini değiştiriyor.
Ne amaçla olduğu belli tabii… Karbon, su ayak izlerini azaltmak, artık yönetimini kolaylaştırmak için…
Bütün bu yenilikler gözünüzü korkutmasın. Ne iyi, Türkiye’nin üretim yapısı ile yeni sanayi devriminin ortaya çıkardığı bütün bu yeni teknolojiler, biyo teknoloji, genetik, robotik, nano teknoloji, hepsi bir güzel örtüşüyor.
Gerçek bir teknoloji ülkesine doğru…
Afyonkarahisar’dan başlayan ‘Büyük Zafer’in ardından, İzmir İktisat Kongresi ve Cumhuriyetin ilanından bu yana bugüne kadar bu topraklar üzerinde inşa ettiklerimizi bugünün yeni teknolojileri ile kaynaştırdığımızda, Türkiye’nin atılımı için müthiş bir zemin oluşuyor.
2020’lerin nasıl bir derinden dönüşüm dönemi olduğunun farkında olarak bu zemini hakkıyla kullandığımızda, bugün bizi bunaltan kur, faiz, finansman sorunlarının üstesinden çok daha kolay geleceğiz. Unutmayalım, dış ticaret açığı, cari açık aslında teknoloji açığıdır, akıl açığıdır. Türkiye gerçek bir teknoloji ülkesi olduğunda bu açıklar hızla azalacak. Ekonomimiz de ayak bağlarından kurtulacak.
1923 yılında daha henüz cumhuriyet ilan edilmeden 17 Şubat’ta toplanan İktisat Kongresi’nin, kongre reisi Kazım Karabekir Paşa, “milletin iktisadi misakını” ittifak içinde belirlemek ve kendi ifadesiyle “Akdeniz kıyısından cihana ilan” etmek için toplandıklarını söylemişti.
Şimdi de Cumhuriyetimizin 100. yılında, 2023’te, aynı 1923 ruhu ile nasıl toparlanacağımızı tüm dünyaya ilan etme zamanıdır.